Süngüsüz Cami

Süngüsüz Cami: İdeolojik Camiden Kamusal Camiye

Volkan Taşkın

Bu aralar Kayseri Belediyesi cami mimarisi için bir fikir projesi yarışması düzenliyor. 500 kişilik kapasitesi olan, orta ölçekte, mahalle camii kıvamında, araziden bağımsız proje önerileri isteniyor. Fikir ve niyet güzel, “herşeyin başı niyet” diyen bir dinin yapısını yapmak için de güzel bir başlangıç fakat gavur ingilizin dediğini de kulak ardı etmemek lazım, zira “cehennemin yolları iyi niyet taşları ile örülmüştür.”

Yıllar önce, Diyanet İşleri Başkanlığı da camiler için tip proje sipariş etmişti. Tip proje kavramı ile bir problemim yok fakat, kronikleşmiş sorunlara tip projelerle şıppadanak cevap bulmaya çalışan helal jakonbencilik ile ciddi bir derdim var... İşin ilginci, Türkiye’de zaten kamu nezdinde tip projesi onaylanmış tek artekip camiye ait. Bugün herkesin kafasında zaten, geçmişimizin bir anından alınmış ölü maskının* kalıbı gibi duran ve zamanla buna kendi modern eklerimizi yaptığımız (kurşun yerine metal parlayan çatı, taş yerine teneke minare, müezzin yerine kötü hoparlörler) bir cami fantazisi bulunmakta. Her cami aynı durmakta, fakat her biri de bu arketiple kişisel bir hesaplaşmaya gitmekte. Yüzyılların birikiminden geçen oranlar silsilesi bozulmakta, kentle kurulan ilişkiler dondurulmakta, bazen de avangard olayım derken fıkraya malzeme olunmakta (Karadenizdeki bazı camiler gibi). Bütün bu çalışmalara rağmen cami hala kentteki yerini Osmanlı’da bulduğu gibi bulamamaktadır.

Osmanlı’da cami politik bir yapıdır. Çoğu zaman bölgenin ileri gelenleri, bazen de merkezi devletin erkanı tarafından yaptırılır ve her seferinde amacı aynıdır; akıp giden zamandan ve fani ömürden bağımsız bir kalıcılık. Kentle eşyanın tabiatı gereği ilişki kurması beklenmeyen dini yapıların aksine, camiiler çevresinin en kritik kentsel “landmark”ı ve buluşma noktasıdır. Süleymaniye, “Bağdatta Şah, Mısır ve Hicaz’da Sultan, İstanbul’da ise Kayzer olarak anılan” Kanuni’nin tüm dünyaya verdiği güç mesajıdır. Selimiye, babasının gölgesinde kalan bir sultanın, herşeyden hatta İstanbul’dan bile kaçışının simgesi, Sultanahmet ise Bizanslı Ayasofya’ya geç de olsa verilmiş bir cevaptır. Bazen de gücün el değiştirdiğinin sembolüdür; Mısır’daki Mehmet Ali Paşa camisi, İstanbullu olduğu kadar da Kahirelidir görünüşü ile, biliriz ki artık imparatorlukta 2. bir payıtaht vardır ve kopup gitmesi an meselesidir. **


Kavalalı’nın Yaptırdığı Camii... Osmanli tarzının bölgeye uyarlanmış hali gibi duran bu yapı ne kadar bize Osmanlı’yı da hatırlatsa, aslında bir kopuşun sembolü.

Osmanlı’da cami ekonomik bir yapıdır. Gravürlerden de görüleceği gibi, caminin önü pazar yerine, bahçesi ise dilenci pazarına dönüşür. Dilenmek, doğu toplumlarının ekonomik bir faaliyet alanına çevirdiği bir sosyal dayanışmadır. Çoğu zaman dış duvarlarından bir ya da birkaçına da Arasta yaslanmıştır. Burada kentin ana ticareti faaliyetleri döner durur. Gelirden belli bir pay da, oranın malsahibi sayılan vakfa gider. Hayratına yapılan binaların gelir giderleri çoğu zaman bu vakıflar sayesinde kayda geçirilir, ne bakımsız cami, ne de aç imam kalır. Her büyük cami, o yüzden kentin aynı zamanda en büyük vakfıdır ve ekonomik canlılık noktasıdır.


Suleymaniye Yerleşkesinin 3b görünümü... Hem kentsel bir ölçekte bir tasarım meselesi, hem de dönemin diğer süpergüçleri olan Şii Safevilere ve Hristiyan Habsburglara Osmanlı’nın gücünü hatırlatan bir sembol. Başka bir açıdan bakınca da, İmparatorluğun topraksal genişlemesinin sona erip, kültürel derinleşmesinin hız kazanmasının miladı...

Osmanlı’da cami kentsel tasarım meselesidir. Sadece külliye ve etrafındaki uydu yapılarla değil, bizzat yapının kendisinin konumunda, ebatında, kullanılan malzeme ve mimari dilinde hep idari erkin kentsel söylemi yatmaktadır. Aslında bu haliyle, cami diğer din-tarım imparatorluklarının güç merkezi olan dini yapılardan hiç de farklı değildir. Silüeti tamamlar, etrafına değişimi dikte eder ama kendisi ve kentsel izi kalıcı olur. Gölgesi altında yaşayan fanilere, hem Allah’ın hem de devletin onları izlediğini, gözettiğini hissettirir, tüccarı eksik mal verip haram yemekten, kahvede oturan yaşlıları da gizliden gizliye devleti eleştirmekten alıkoyar.


Yukardaki gibi arkaplanda bir cami ile tamamlanan silüetler kafamızdaki Osmanlı kenti imgesinin olmazsa olmazlarıdır.

Osmanlı’da cami sosyal alandır. Bize anlatıldığının aksine hiç de homojen yapıya sahip olmayan Osmanlı kentinde, müslüman mahallesinin buluşma yeridir cami ve çevresi. 18. yüzyılda Lale Devri’nde yaşanan 30 yıllık dönem hariç, Osmanlı müslüman toplumuna ait kamusal alan kavramının da karşılığı ya kubbealtı ya da çınaraltıdır. Çınaraltının bile pek çok kez alkol, kahve ve tütün yasaklarından dolayı kesintiye uğradığı düşünülürse, kamusallığı kesintisiz devam eden tek yerin cami ve çevresi olduğunu söyleyebiliriz.


Raimondo D’Aronco’nun tasarladığı Karaköy Camisi’nin sökülmeden önceki hali. 1959’daki yol genişletme çalışmaları yüzünden yerilen sökülüp, parçaları numaralandırıılan yapı, yeriden kurulacağı Kınalıada’ya taşınırken yaşanan kaza sonucunda zarar görmüş ve bir daha da kurulmamıştır.

Cami arketipi Osmanlı Dünyası’ndaki durağanlıktan nasibini fazlasıyla aldı. 19. yüzyılın sonuna kadar camiler bahsettiğim kentsel ve sosyal özelliklerini yitirmediler. Sanayileşmeye geçmemiş hala din-tarım imparatorluğu kimliğini ağırlıklı olarak sürdüren bir Osmanlı Dünyası’na batıdan sızan akımlar da, ancak yüzeyde kalan etkiler bırakabildiler. Osmanlı Baroğu ve sonraki dönemde yapılan camiler buna en iyi örnektir. Yapının kimliği değişmeden tekil elemanların formları ile oynamalar yaparak, batının tarzlarından kısmi parçalar caminin elemanlarına monte edildi. Monte edildi diyorum çünkü Osmanlı Baroğu ve sonrasındaki dönemlerde yapılanlar hiç bir zaman –belki de kaybedilenlerin çok olduğu bir dönemi hatırlattığı için- post-osmanlı bilinçaltımızda caminin karşılığı olmadı. Bu akımın son görkemli örneği olarak D’Aronco’nun Karaköy’deki camisini örnek verebiliriz. Bu caminin sökülerek yerinden kaldırılması ve Karaköy’ün meydan belleğinden bir daha geri dönemeyecek gibi silinmesi ise bu ara dönemin kapanışına işarettir, Osmanlı’nın 300 yıldır derinlemesine nüfus etmeyen ve hep makyajda kalan dönüşüm çabalarının ne kadar beyhude olabileceğini gösteren, kendi mimarlık tarihimizin Pruitt-Igoe’sidir.


Günümüz mega-camilerine bir örnek: Mersin’deki Muğdat Camisi. Büyük ölçek içindeki anlamlar çıkarılıp taklit edilince, kof bir yapıya dönüşmüş. Kınalıada’daki cami yapısı gibi örnekler biçimsel olarak başarılı olsalar bile, toplumun büyük bir kesimi –özellikle de camiyi talep eden muhafazakar kesimi- tarafından hala talep edilmemekte.

Peki günümüzdeki cami nedir? Seküler sistem camiye ve külliyesine ait bu kentsel rollerin çoğunu alıp başka yapı ve sosyal alanlara verdi. Kentlerimiz çok aktörlü bir hale kavuştu. Yoğunluğun artması da, Silüette caminin gücünü ciddi manada kırdı hatta büyük kentlerde yoketti. Camiden çok şey alındı, fakat nerdeyse hiçbir şey verilmedi. Turgut Cansever’in deyimi ile “Cumhuriyet cami ile yüzleşmedi.” Cami avlusuna bırakılan yetim çocuk bizzat bu camilerin kendisi oldu. Kenara itilen cami, dindar kesimin iyi niyet serumları ile bitkisel hayatta bugüne kadar geldi. Fakat devrin değişimi ile birlikte, bu iyi niyetli dindar kesim, paraya sahip olan ve atılımcı fakat “elhamdürillah müslüman” kimliğinden de taviz vermeyen genç bir kuşak ile yer değiştirdi. Bu kuşak için, cami yüzleşilmesi gereken son büyük tabu. Bir taraftan seküler sistemin “varol ama abartma” tahakkümleri ile kentsel bağlamda iğdiş edilmiş “arafta kalmış cami modeli” ile, diğer tarafta da muhafazakar kesimin kafasında yaşayan “asr-ı saadetin camii” imgesi ile yüzleşmek, iki tarafında da hayaldünyasından bağımsız ayakları yere basan bir kentsel imgeyi yeniden inşa etmek zorundalar.

Tam da bu noktada, yarışmanın kendisi önemli bir milat niteliği taşımakta. Cami ile ilgili daha önce de pekçok çalışma yapıldı, hatta 1960lardaki genç kuşak mimarlar bu konuda faydalı olabilecek birkaç önemli projeyi de uyguladılar. Fakat o zamanlar, kısıtlı alana yayılmış, dini konularla da arasında hep mesafe olan bir çevrenin yaptığı bu çalışmaların toplumun genelinde süregelen cami tasarım ve inşaat faaliyetlerine etkisi nerdeyse hiç olmadı. Şimdi ise yerel bir yönetim, hatta muhafazakarlığı ile bilinen yerel bir yönetim bu işin bayraktarlığını üstlenmekte. Sivilleşen Türkiye’de cami gibi kamusal yapıların mimari dili geniş toplum kesimlerini mimarlığın heyecan verici tarafları ile belki de ilk kez tanıştıracak yegane enstrüman. Süregelen geleneksel cami projeleri yine uzun yıllar devam edecek, bunların yerine Diyanet İşlerinin bir tip projeyi zorla empoze etmesi de işleri iyiye götürmeyecektir. Fakat, bu yarışma gibi çalışmaların çoğalması, hatta uygulama imkanlarının verilmesi diğer taraftan çağdaş caminin eksik olan mimari gramerinin tamamlanması için yapılabilecek en doğru yaklaşım olacaktır. Bu zor, hatta ciddi tepkilere maruz kalacak konunun kabulu ve değişimi ancak uzun ama planlı çalışmalar ile mümkün olabilir. Umarım, mimarlarımızın ve kamu erkinin yeteri kadar sabrı vardır.

* Eski Roma dini gibi pagan dinlerde, ölen insan yakılmadan önce yüzünün balmumundan bir kalıbı alınır ve sonra evin tanrılara ve ruhlara adanmış bir köşesine konulurdu.
** Modern Mısır’ın kurucusu olarak Osmanlı valisi Kavalalı Mehmet(Muhammed) Ali Paşa (Sonradan Mısır Hidiv’i oldu) kabul edilmektedir.

Fotoğraflar:
01 – Al Noor Journal “Imperial Ego: The Suleymaniye Kulliye” http://alnoorjournal.org/?page_id=207
02 – Memhet Ali Paşa Camii – FamousWonders.com sitesi
03 - Al Noor Journal “Imperial Ego: The Suleymaniye Kulliye” http://alnoorjournal.org/?page_id=207
04 – Karaköy Camii – hayalleme.com sitesi
05 – Kişisel Albümden, sahibi bulunamamıştır.
06 – Mersin Muğdat Camisi – wowturkey.com sitesinden
07 – Kınalı Ada Camisi – Selçuk Arat’ın flickr albümünden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder